Tarihçe

ATATÜRK VE DENİZ

“denize inmek medeniyetin şiarıdır…”
diyerek, denize inmeyi medeniyetin işareti olarak gösteren Atatürk’ün, herkes tarafından bilinen aşırı bir deniz tutkusu olmuştur. Bir söylevinde “…Arkadaşlar, en güzel coğrafi vaziyette ve 3 tarafı denizle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile, en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifadeyi bilmeliyiz, denizciliği Türkün milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız…” diyen Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, donanmaya ve denizciliğe kendi döneminde büyük önem verdiği gibi, denizi de sevmiş ve deniz sporlarıyla da uğraşmıştır.
Doğaya ve denize aşık bir insan olan Mustafa Kemal Atatürk, denize inmeyi uygarlığın bir sembolü olarak görmüştür. Denize yakın olmak, yüzmek ve kürek çekmek, denizin sakin güzelliği karşısında dinlenmek amacıyla Florya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nü yaptırmıştı. Böylece Florya’nın daha sonraları İstanbul’un en gözde plaj ve sayfiye yeri olmasına da etkisi olmuştur.
Florya’nın tarihi, Beyaz Rusların burada “Solaryum” adlı bir plaj oluşturmaları ile başlamıştı; fakat 1930’lara gelene kadar İstanbul’un plajları arasında Florya’nın adı bile geçmezdi. Florya’nın yükselişi, 1935 yılı Haziran’ında başlamıştı. 1935 yılı Haziran ayının ilk Cuma günü Atatürk, İstanbul çevresinde yaptığı gezilerinden birinde, Yeşilköy’e, oradan da Florya’ya geçmişti. Masmavi denizle buluşan kıyıların, bomboş ve bakımsız oluşuna son derece üzülerek yanındakilere dönüp; “bütün güzelliğine ve yakınlığına rağmen, deniz bize küskün görünmüyor mu?…” diye sormuştur. Yanındakiler, onun eliyle işaret ettiği yerlere bakarken Atatürk sözlerine devam ederek; “İstanbul’u fethetmişiz, ama burayı henüz elde edememişiz” demiştir.
Atatürk, daha sonra sahile inerek kumsalda dolaşmış ve deniz kumunu incelemiş, geceyi o bölgede evi olan İstanbul milletvekili Şükrü Oğuz’un evinde misafir olarak geçirmiştir. Ertesi gün, ilk işi ise Florya’nın imarı için emir vermek olmuştur. Hazırlanan üç proje arasından Güzel Sanatlar Profesörlerinden Seyfi Arıkan’ın; “denize çakılmış ağaç kazıklar üzerinde yükselen kutu gibi, ahşap bir deniz köşkü ve yine ahşaptan yapılma bir iskele ile kumsala bağlanan mütevazi ve şirin” projesi beğenilmişti. Beğenilen bu proje, Atatürk’ün de verdiği emir ile İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ ve ilgili zevat tarafından büyük bir hızla işleme konulmuştur. İnşaat öyle inanılmaz bir hızla işleme konmuştu ki; şahmerdanların temel direklerini dövmeye başlayışlarının haftasında Deniz Köşkü’nün iskeleti, ikinci haftasında bedeni ve nihayet beşinci haftasında olanca güzelliğiyle tamamı meydana çıkmıştı. Ve 43. gün tamamıyla döşenmiş olarak Atatürk’ün hizmetine verilmişti.
Bu Deniz Köşkü, bölgenin imarı üzerinde durulmaya başlanması için de sebep olmuştur. Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün çevresi tabi ki ihmal edilemezdi, hemen yaverlik ve katiplik binaları, halk tipi konutlar, plajlar, yollar ve parklar yapıldı. Böylece Florya’nın da tarihi değişmeye başladı. Çok değil; bir – iki yıl sonra Florya plajları, İstanbul’un en gözde ve en kalabalık plajları arasında yerini almıştır.
Atatürk, uzun kış aylarının yorgunluğunu, yaz aylarını geçirdiği bu deniz köşkünde çıkarmış, burada geçirdiği günlerinde halkın arasında denize girmiş ve bol bol kürek çekmiştir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İngiltere Kralı VIII. Edward’ı da bu köşkte ağırlamıştı. Kral, bu köşke hayranlığını; “Ben bir kralım ama denizin üzerinde böyle şirin ve sakin bir düşünme ve dinlenme yerine sahip değilim. Hele böyle halkın yanında, halkla bulunmak şerefi çok ama çok büyük bir şeydir…” şeklinde ifade etmiştir. Atatürk, 1937 yılında Fenerbahçe ve çevresindeki ziyaretleri sırasında, Fenerbahçe Burnu’nun, Kalamış Koyu’na bakan kıyılarını çok beğenmiş ve buradaki köhne mendireğin hemen onarılmasını ve “burasını deniz sporları merkezi haline getirelim !…” diyerek, Fenerbahçe kıyılarının gençliğin deniz sporlarıyla uğraşacağı bir merkez haline getirilmesini istemiştir. Bu isteği ise ancak onun ölümünden sonra mümkün olabilmiştir.
Günümüzde bu kıyılarda dizilen İstanbul Yelken Klübü, Fenerbahçe Spor Klübü ve Galatasaray Spor Klüblerinin deniz sporları tesisleri, Atatürk’ün aziz ruhunu şad etmektedir.
Atatürk, denize olan büyük sevgisi nedeniyle İstanbul’da bulunduğu yaz aylarında özellikle Moda Koyu’nda yapılan yelken ve kürek yarışlarını Acar Motoru ve Ertuğrul Yatı’ndan izlemekten de büyük bir zevk alırdı.
1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı nedeniyle Moda Koyu’nda yapılan deniz şenlikleri başta olmak üzere önemli yarış günleri Acar Motoru ve Ertuğrul Yatı, Atatürk’ün yarışları en iyi biçimde izleyebileceği yere gelirdi. Büyük önderin bu yarışları izlemeye gelmiş olması hiç kuşkusuz denizciler için de ayrı bir heyecan, şevk ve gurur kaynağı olurdu.
Deniz sporlarını geliştirmek amacıyla, Moda Deniz Klübünün kurulmasında da Mustafa Kemal’in Celal Bayar’ı teşvik ettiği de bilinen bir gerçektir. Ceylan Yatı’nda verilen karar kısa sürede uygulamaya geçirilmiş ve Moda Deniz Klübü; başta İzmir milletvekili Celal Bayar, Deutsche Orient Bank İstanbul Şube Müdürü A. Hendel, eski milli futbolcu Zeki Rıza Sporel, İngiliz Elçiliği Pasaport Dairesi Şefi Arthur Whittal’ın yer aldığı seçkin bir grup tarafından 8 Nisan 1935’te kurulmuştur. Atatürk’te, kuruluşundan kısa bir süre sonra 1 Temmuz 1935 günü klübü ziyaret etmiş, klübün çalışmaları hakkında bilgi almıştır.
Ulu Önder Atatürk, döneminde uzun bir süre Ertuğrul Yatı’nın Cumhurbaşkanlığı Yatı olarak kullanılmıştır. İran Şahı Rıza Pehlevi, İngiliz Kralı VIII. Edward ve Ürdün Kralı Abdullah’ı da bu yatta ağırlamıştır. Fakat daha sonraları yeni bir gemi ihtiyacı hissedilmiş ve Savarona Yatı 1 Mart 1938 günü Türk Hükümeti tarafından satın alınarak, 24 Mart günü, Soutthampton Limanı’nda üzerine ay-yıldızlı bayrağımız çekilmiştir. Hamburg Limanı’nda bakım ve onarımları yapılan Savarona, İstanbul sularına gelip 1 Haziran günü öğleden sonra Dolmabahçe Sarayı’nın önünde demirlemiştir. Atatürk gibi daha herkes ilk görüşte bu geminin güzelliğine hayran kalmıştır.
Atatürk, beraberinde Başbakan Celal Bayar, Cumhurbaşkanlığı Başkatibi Hasan Rıza Soyak, Başyaver Celal Tolgay, milletvekillerinden Kılıç Ali, yakınlarından Cevat Abbas, Salih Bozok ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ ile Acar Motoru ile yatı gezmeye gitmişlerdir. Savarona’yı çok beğenen Atatürk; “Ne olurdu bu gemi elimize birkaç sene evvel geçmiş olsaydı” demekten kendini alamamış ve yatta kalmaya karar vermişlerdir.
Atatürk, Savarona’da kaldığı günlerde Marmara’da çeşitli seyirler yapmıştır. 9 Temmuz 1938 günü Bakanlar Heyetini Savarona’da toplamış, öğleden sonra yapılan bu toplantı 3,5 saat sürmüş ve Bakanlar Kurulu ile yaptığı son toplantı olmuştur.
Atatürk, Savarona’da kaldığı müddetçe geminin yardımcı kuvvet ve tenvirat devrelerini besleyen makinenin gürültü ve sarsıntısından rahatsız olduğundan gemi Dolmabahçe önüne demirlediği zaman bordasına denizaltı gemisi gönderilerek bataryalarından elektrik alınmıştır.
Ömrünün son senesinin 54 gününü yatta geçirerek 25 Temmuz 1938 gününün ilk saatlerinde, gece saat 01:00’de Savarona Yatı’ndan hasta olarak ayrılarak Dolmabahçe Sarayı’na geçmiştir.
Özel hayatında olduğu gibi, devlet hayatında da denize ayrı bir yer ve önem veren Atatürk’ün 10 Kasım 1938 günü hayata gözlerini yumması üzerine, Ankara’daki ebedi istirahatgahına olan son yolculuğuna da denizden uğurlanmıştır. 19 Kasım 1938 sabahı Dolmabahçe’den törenle hareket eden aziz naaşları, Kabataş Tophane Köprü – Salkımsöğüt ve Gülhane Parkı yoluyla Sarayburnu’na getirilmiş, buradan Yavuz Zırhlısına götürülmek üzere Zafer Muhribi’ne alınmış ve Yavuz’a nakli sırasında her beş dakikada bir top atışı yapılmıştır. Aziz naaşı Yavuz Zırhlısına çıkarılırken uluslar arası “B” sancağı önce toka edilmiş ve daha sonra aryasıyla beraber 101 pare top atılmak suretiyle selamlanmıştır. Yavuz, Haydarpaşa’dan hareketinden İzmit’e varıncaya kadar 15 dakikada bir ihtiram topları atılmıştır. Daha sonra aziz naaşları İzmit’te trene nakledilmiştir.
Bu şekilde denizi ve denizcileri seven, Ulu Önderlerine denizciler de son görevlerini, layıkıyla ve gurur içinde yerine getirmişlerdir.
Ruhu şad olsun…..

Kaynaklar;
1)Deniz Magazin Dergisi Ocak-Şubat 2001
2)Metel, Raşit; Atatürk ve Donanma Deniz Kuvvetleri Komutanlığı
Yayını, İstanbul,1966
3)Ülger,Eriş; Mustafa Kemal Atatürk,Cilt:I – II.
4)Deniz Kuvvetleri Dergisi, Sayı:514,Temmuz 1981, Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı Basımevi,Ankara,1981
5)Özel,Mehmet;Atatürk,TC Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel .
Müdürlüğü,Ankara,1990

SCUBA’NIN TARİHÇESİ

İnsanoğlu uçamaz ve dalamaz ama yine de varoluş tarihinden beri yeryüzünde olan biten her şeyi ve her yerini merak etme duygusunun oluşumuyla birlikte, insanoğlu suni de olsa hem uçmuş, hem de dalabilmiştir. Bu merak duygusu sonucunda uzayın derinliklerini, ayı, güneşi ve gezegen sistemlerini çözmüş; okyanusların en derin tabanlarını, belki balıkların bile gidemediği en derinleri fethetmeyi bilmiştir.
İnsanların atalarına yuva olan denizlerin altına, derinlerine inme uğraşı çok çok eski tarihlere dayanır. Bu konu hakkındaki bilgiler net ve kesin olmamasına karşın; daha yazıyı keşfetmemişken dalış yaptıkları biliniyor. Doğu Akdeniz, İran Körfezi, Pasifik Adaları ve hatta Tierra del Fuego’nun buzlu sularında dahi yaptıkları belgelemelerle bu dalgıçlar birer efsane olmuşlardır. Denizlerden yiyecek ve hazineler getiriyor ve böylelikle mitolojiyi de canlı tutuyorlardı. Sümer kahramanı Gılgameş, denizin dibinden ölümsüzlük otunu bulup getirmiş ancak daha sonra kaybetmişti. Bilgiler her ne kadar dilden dile yayılarak günümüze ulaşmış olsalar da, bu öncü kişiler 50-60metreye varan ve 2 dakika süren dalışlarıyla çıplak dalışı mükemmeleştirmişlerdir.Bu kişilerin edindikleri bilgiler ve teknikler nesilden nesile aktarıldı. Ancak 19. yy’ın sonlarına gelindiğinde bilim ve teknoloji, insana yeni dünyanın kapılarını açacak olan metotları ve aletleri sunabilmişti ve artan nüfusla birlikte endüstriyel patlama dalış teknolojisini dramatik olarak geliştirmişti.
Neden insanoğlu dalmak konusunda bu kadar azimliydi? İçinden geldikleri, doğdukları ve köken aldıkları denizler acaba insanoğlunda bilinçaltından gelen bir dürtü mü oluşturmuştu? Belki de doğrudur; ama aslında oluşan bu bilinçli ilerleme, daha çok asla bastıramadıkları “macera ve özgürlük” içindi. Bedenlerinin ağırlıklarını hissetmeme çabası, özgürlük duygusu ve yüzeydeyken hayal bile edemedikleri bir dünyayı, sualtını keşfetme macerası!


Günümüzde bu azmin nedenleri biraz daha gerçekçi olmaya başlamıştır. Dalış; yapılması gereken bir olguysa, bir anlamı ve düşük maliyeti olmalıydı. Hava soluyan dalgıçlar; kurtarmada, inci ve mercan toplamada, istiridye tarlalarında, jeolojik, biyolojik ve davranış araştırmalarında,speleoloji ve denizaltı arkeolojisinde insanın önemini kanıtladılar. Daha derin dalışlar yapılmaya başlandıkça, gaz karışımları, dekompresyon odaları, haberleşme aygıtları, güçlü cihazlar gibi son derece pahalı ihtiyaçlar doğmaya başladı. Bu nedenle de, uzaktan kumandalı, kameralı sualtı aygıtlarına, insanları yüzey basıncında tutabilen kapsüllere yatırım yapmaya başladılar. Daha sonraları ise robotlar ortaya çıkarak derin dalıcılarla robotlar rekabete girmeye başladı.

 

DERİNLERİN SESSİZ ÇAĞRISI

Günümüzde mavi kıyılar yani denizler insanoğlunu, mıknatısın demiri çektiği gibi kendine doğru çekmektedir. Aslında bu çekim sanıldığı kadar eski değildir çünkü ilk insana bakılırsa, onun avlandığı yerler denizlerden çok öncelikle karalardı. İnsan denize, evriminin kökenlerine geri dönme isteği içgüdüsüyle yaklaşıyor demek, pek de inanılmaz bir düşünce olmayacaktır. Her şeyden önce deniz, aslında insana pek davetkar ve sevecen yaklaşmaz. Örneğin fırtınalar denizcilere çok pahalıya mal olmakta ve içlerinden çoğunun ölümüne neden olmaktadır. Su, aslında soğuktur ve suların derinlerinde pek çok keşfedilmemiş ve zararlı olabilecek canlılar mevcuttur. Ancak süper kahramanlar, Gılgameş gibi 4000 yıl önce denizin dibine dalarak ölümsüzlük otunu arayan ve Glaucos  gibi bu otu yiyerek ölümsüzleşen ve okyanuslara dalan dalgıçlardır.
Konu ile ilgili en eski kayıtlar Akdeniz’de sünger toplamak için dalan Yunanlılarla ilgilidir. Aristo, ağır zırhlarının altına bu süngerleri koyan askerlerden bahsederek süngerlerin önemine değinmiştir.
İnci Avcılığı : Geleneksel inci avcılarının en romantikleri Güney Pasifik’teki Tuamotu takım adalarının inci dalıcılarıdır. Dalgıçlar işlerini, kendilerini köpekbalıkları ve mürenlerden koruyacak dualarıyla başlatırlar. Çabuk ve derin soluk verişlerinde, ıslık sesleri çıkardıkları hiperventilasyona başlarlar. Ayak baş parmaklarına, bir ucunda ağır bir taşın olduğu ağırlıklarını bağlayarak tekneden suya atlarlar. Ayaklar önde olmak üzere aşağıya doğru hiç güç harcamadan inerler. Yanlarına aldıkları tek alet ise ellerini berelenmekten koruyan eldivenleri ile sepetleridir. Dalgıçlar, kendi kendilerine su yüzeyine çıkarlar ve eğer bölge verimliyse aynı noktada bir düzine dalış yapabilirler. Günlük ortalama 40 dalış yapan bu avcılar, 150-200 kabuk toplarlar ve 40 metreye varan derinliklere inerler.
Söz konusu deniz olduğunda Japon kadınlarının mükemmel dalgıçlıklarından bahsetmek gereklidir. Her ne kadar bir zamanlar sadece inci için dalıyorlardıysa da, bugün 30 000 kadarı temel olarak yiyecek bulmak için dalmaktadırlar.zamanla bu yörelerde erkekler de işin içine girmişlerdir ancak günümüzde bu işi yapan yalnız birkaç erkek kalmıştır. Kadınların cilt yağ dokusu fazla olduğundan, soğuk suya karşı daha dayanıklı olmuşlar ve erkekler genelde yüzeyde kalıp, kadın dalgıçlara yardım etme işlerine bakmışlardır. Belki, fizyolojik farklılıktan daha da ötesi, kadınların aldığı eğitimdir. Kadınlar dalmaya 11-12 yaşlarında başlayıp, 60larına kadar sürdürmektedirler. Dalış aktivitesi çok az kas kuvveti ve fakat yüksek soğuk direnci ve vücut kıvraklığı gerektirmektedir. İşte bu nedenle kadınlar mükemmel dalgıçlar olmuşlardır.
İlk askeri dalgıçlar kimlerdi? Bu sorunun cevabını bilmiyoruz ama MS 5.yyda Siyon’lu Siliyas ve kızı Siyana Pers Kralı Xerxsin, savaş gemilerini demir iplerini kesmek için dalış yapan 2 ünlü antik çağ dalgıçlarıdır. Korkunç fırtınada demirlerinden kurtulan gemiler, karaya doğru sürüklenerek batmışlardır. Bu iki dalgıç, daha sonra batan gemilere dalarak, onları talan etmişlerdir. Aynı zaman içinde Yunanlı tarihçi Thucydides, Sfaktria adasını abluka altına alan Atina gemilerinin altından Ispartalılara malzeme taşıyan dalgıçlardan söz eder. Atinalılar, bu fikri sonradan benimseyerek kendilerine dalgıç edinmişlerdir. Dalgıç askerlerinin kullanımının en çarpıcı örneği ise, Büyük İskender’in MÖ 332’deki Tyre kuşatmasıdır. Burada dalgıçlar Fonikyalıların sualtına koydukları savunma öğelerini tahrip etmişler ve rivayete göre de İskender bu operasyonu camdan bir fıçının içine girerek seyretmiştir.

 

DAHA DERİNLERDE DAHA UZUN SÜRELER

Yüzyıllardır süren uğraşların sonucunda dalış teknolojisinin ulaştığı yere karşın, hala insanın derinlik ve zaman konusunda çeşitli kısıtlamaları vardır. Bunun en önemli nedenlerinden biri de, solunana gazın cinsidir. En ideal gaz karışımı nitrojenin bulunmadığı, fakat oksijenin de parsiyel basıncının hayatı devam ettirebilecek ideal seviyede tutulabildiği karışım cinsidir. Oksijenin inert bir sığlaştırıcı olarak, nitrojenin yerine kullanıldığı bir takım gaz karışımları denenmiştir. Bunlardan en verimlileri  Helyum ve Hidrojen olmuştur. Amerika’da Helyum bol bulunmasına karşın devlet tekeli nedeniyle pahalıya mal olmakta ve dolayısıyla Hidrojenin de bol olması ve maliyetinin düşüklüğü nedeniyle daha çok tercih edilmiştir. Ancak Hidrojenin Oksijen ile karışımlarında belli yüzdeler aşıldığı zaman patlayıcı özellik göstermektedir. Daha 1917 yılında Elihu Thomson Helyumu Nitrojen yerine kullanmayı önermiştir. Yapılan deneyler Helyum- Oksijen karışımlı dalışlarda (Heliox) 400metreye kadar derinliklerde her hangi bir yan etki göstermemiş ve derin dalışlarda solunumu kolaylaştırdığı gözlenmiştir. Marsilya’daki ileri Deniz Araştırmaları Merkezi bu karışımın 600metreye kadar kullanılabileceğini belirtmiştir.
Ama Helyumun biz insanlara belirli dezavantajları vardır. Her şeyden önce çok ileri bir teknoloji gerektirmektedir ve ekipmanı pahalıdır; dahası vücut ısısının solunum yoluyla kaybına neden olmaktadır.

 

İLERLEMELER

Bugün bildiğimiz klasik açık sistem SCUBA ünitesi, sualtı dünyasının milyonlarca insan tarafından tanınmasını sağlamıştır. Emniyetli ve kolay kullanılabilir olmasına karşın, hala çeşitli sorunları vardır. Havanın sıkıştırıldığı durumlarda Nitrojenin ve Oksijenin yarattığı zorluklar, çok gürültülü olması, büyük miktarda havanın harcanması sonucu dip zamanının kısalığı buna verilebilecek örneklerdir.
En son gelişmelerde Helyum, Nitrojenin yerini alan gaz olmuştur. Solunum cihazlarında bulunan elektronik malzeme sayesinde Oksijenin parsiyel basıncı daha güvenilir olarak kontrol altına alınmıştır. Kapalı olan sistemlerde karbondioksit, kimyasal absorbantlarla ayrıştırılıp, kalan Oksijen yeniden kullanıma verilmekte ve bu işlem sırasında suya kabarcık çıkmamaktadır. Tamamen bilgisayar eşliğinde olan bu sistemler son derece sessiz çalışmaktadırlar. Yine bu tür malzemeler sayesinde, eğer iyi dekompresyon imkanları sağlanmışsa, dalgıçlar her hangi bir derinlikte, 6 saate varan süreler kalabilmektedirler.
Aslında kapalı sistemlerin bu avantajları amatör yaklaşımlar için uygun değildir. Zira çok uzun süren dip zamanları, derinlikler ve karmaşık kullanım teknikleri çeşitli diğer sorunlara yol açabilmektedir. Dolayısıyla bu durum, en azından şimdilik, sadece profesyonel ve askeri amaçlarla kullanımlarını gerektirmektedir. Aqua lung türü sistemler şu anda solunan havanın içeriği ve kullanım  tekniği açısından en kolay ve ulaşılabilir olanlardır. SCUBA ekipmanıyla donatılmış bir dalgıç, sualtında yüzeyde yapabildiğimiz her işi yapabilir niteliktedir. Günümüzde 300metre, insan için ulaşılabilir bir derinliktir; ancak gaz karışımlarını solumamız söz konusu olduğu sürece, 600metre gibi bir derinlik bilinen en hafif gazın bile solunumunun çok zor olacağı bir ortamdır.

Cankurtaran & Dalıcı Sorgulama